Hayatımız ve Riskler
Yaşamın özü değişimdir; tekâmül ve çürümeden oluşan görkemli bir desendir yaşam. Yaşamı ve tekâmülü seçerseniz, değişimi ve ölümü de seçmiş olursunuz. Eğer ölümün sürekli bize eşlik ettiğini bilerek yaşayabilirsek, o zaman ölüm Don JUAN'ın sözleriyle "müttefikimiz" olur; hala korkutucudur ama aynı zamanda bilgece bir öğüt kaynağıdır. Yaşayacak ve sevece
k zamanımızın sonlu olduğunu "ölüm"ün öğütlerinden anlayabilmişsek ne mutlu bize; çünkü o zaman zamanımızı en iyi şekilde kullanmaya ve hayatımızı dolu dolu yaşamaya yönlendirebiliriz. Ama eğer bize eşlik eden ölümün dehşet verici varlığıyla tam anlamıyla yüz yüze gelmeyi istemez ve kendimizi onun öğütlerinden yoksun bırakırsak, ne berrak bir şekilde yaşayabilir ne de sevebiliriz. Ölümden, eşyanın sürekli değişim içeren doğasından kaçarsak, sonunda kaçınılmaz olarak hayattan da kaçarız.
Böylece hayatın tümü bir risktir; hayatımızı ne denli severek yaşarsak, o denli çok risk alırız. Hayat boyunca göze alabileceğimiz binlerce, belki de milyonlarca risk arasında en büyük risk, büyümenin riskidir. Büyümek, çocukluktan yetişkinliğe adım atma eylemidir. Aslında bir adımdan çok, korku veren bir sıçramadır bu ve birçok insan, yaşamı boyunca bu sıçramayı yapamaz. Bu insanlar yetişkinmiş gibi, hatta başarılı yetişkinlermiş gibi görünseler de, belki de bu "yetişkinlerin çoğu ölünceye dek psikolojik açıdan çocuk kalır, kendilerini asla ana babalarından ve onların kendi üzerlerinde sahip oldukları güçten kurtaramazlar. Büyüme süreci, bilinmeyene doğru çok yönlü küçük sıçrayışları içerir ve genellikle yavaş yavaş cereyan eder. Bu küçük sıçrayışlara, sekiz yaşında bir çocuğun ilk kez bisikletine binip uzaktaki bakkala yalnız başına gitmeyi göze almasını, ya da on beş yaşında birinin ilk randevusuna gitmesini örnek verebiliriz.
Eğer bunların gerçek riskler olduğundan kuşku duyuyorsanız, o yaşta duyulan endişeleri hatırlayamıyorsunuz demektir. En sağlıklı çocuklara baktığınızda bile, onlarda yeni ve yetişkinlere has faaliyetlerde bulunmayı göze alma istek ve heyecanının yanı sıra. Bir gönülsüzlük, bir çekingenlik, alışılmış ve güvenli olana sarılma, bağımlılığa ve çocukluğa bir tutunma da görürsünüz. Dahası, o kadar bariz olmamakla birlikte aynı ikilemi kendiniz de dâhil olmak üzere yetişkinlerde de bulabilirsiniz; özellikte yaşlılar, eski, bilinen ve alışılmış şeylere sarılma, yapışma eğilimi gösterirler. Dış görünüşlerine rağmen, psikolojik olarak hep ana babalarının çocuğu olarak kalırlar, onlardan kendilerine geçen değer yargılarına göre yaşarlar. Onların onaylayacağı şekilde davranırlar; çünkü bunlar hiç bir zaman kendi kaderlerini kendi ellerine almaya cesaret edememişlerdir.
İnsan ancak tamamıyla kendisi olmanın bilinmezliğine, psikolojik bağımsızlığına ve kendine özgü eşsiz kişiliğine doğru atılım yaptığında ruhsal tekâmülün daha yüksek yollarında ilerlemekte ve sevgiyi en yüce boyutlarında tezahür ettirmekte özgür olur. Sevginin en yüksek biçimleri, tavizler vermek, geçerli fikirlere, inançlara ve kurallara uyma veya başkasını uydurma eylemleri değil, bütünüyle özgür seçimlerdir.
Her ne kadar, bir başkasının ruhsal tekâmülüne katkıda bulunmak, insanın kendisinin de ruhen gelişmesiyle sonuçlanır ise de, gerçek sevginin bir özelliği de insanın sevdiğiyle arasındaki farkı sürdürmesi ve sürekli olarak korumasıdır. Gerçekten seven kişi, her zaman, sevdiğini bütünüyle ayrı bir kimliğe sahip bir kişi olarak algılar. Dahası, bu farklılığa sevdiğinin eşsiz bireyselliğine saygı gösterir, hatta bunu destekler. İnsanların, kendilerine yakın kişilerin farklı kişiliklerini değerlendirmekte genellikle güçlük çekmeleri, onların sadece ana babalıklarını değil, evlilik de dâhil olmak üzere tüm yakın ilişkilerini etkiler.
Bütün gerçek sevgilerde olduğu gibi, karşıdakinin tekâmülü için yapılan "özveriler", insanın kendisinin de en az eşi kadar, hatta daha fazla tekâmül etmesiyle sonuçlanır. İnsanın kendi başına tırmandığı zirvelerden kendisini destekleyen evliliğe ya da topluma geri dönmesi; bu evliliği ya da toplumu, yeni zirvelere yükseltmeye hizmet eder. Bu şekilde, bireysel ve toplumsal tekâmül karşılıklı olarak birbirine bağlanırlar. Ama kişi tekâmül yolunda daima yalnız başına ilerler.
İşte bu yalnızlığın bilgeliğiyle, Halil CİBRAN, bakın evlilik hakkında neler diyor: Ama bırakın birlikteliğinizi mesafeler ayırsın. Ve göklerin rüzgârları aranızda raksetsin. Birbirinizi sevin, ama sevginizi bir zincire dönüştürmeyin: Bırakın sevgi, ruhlarınızın kıyıları arasında gidip gelen bir deniz olsun. Birbirinizin kadehini doldurun, ama tek kadehten içmeyin. Ekmeğinizden verin birbirinize, ama aynı dilimi yemeyin. Birlikte raks edin, şarkı söyleyin, eğlenin, ama her biriniz tekliğini unutmasın, Aynı bir udun telleri gibi olun, aynı müzikle titreşen ama her biri ötekinden ayrı ve tek başına...
Kalplerinizi birbirinize verin ama ötekinde kalmasın. Çünkü ancak Hayat'ın eli kalplerinizi içine alabilir. Birlikte durun, ama birbirinize çok da yaklaşmayın; Çünkü mabedin sütunları da birbirinden ayrı durur. Ve meşeyle selvi birbirinin gölgesinde büyüyemezler.
03.05.2008 <insan-evren>